Genel
KÜL
Bitti. Külleri ellerimden savrulan bir cenazeydi dünya. Onun bunun artığı umutlarımda…
Düşmekten korkmadığımı ama kalkmaktan usandığımı anladığımda bitti…
Yarım bir gülümsemeyle dudağımın kenarında, öylece ağırladım seni kalbimin en mahrem odalarında…
Her defasında daha derinine ittiğin bu dünyayla da barışamadım ki hiç. O da almadı beni zaten oyunlarına…
Zorlanıyorum hayata.. Daha kesin bir dili, bir ifadesi var mı bilmiyorum içimdeki acıyı anlatmanın yada bunu atlatmanın başka bir yolu var mı? Çürüyor içim…
Senin yüzün kadar gri, senin yüzün kadar soğuk, sana bu kadar benzemişken dünya öylece bitti.
SAVAŞ
Ne soğuk kelime. Patlamalar ve dumanlar içinde kırılan hayatların sayılara indirgenmesi. Bu hep böyle olur. Akşam haberlerinde kaç kişi hayatını yitirdi, duyarız. Sayı artar, verdiği acı normalleşir.
Ertesi gün okula gidecek çocuk gidemez mesela. İnsanlar evlerini terk etmek zorunda kalır. Bankada parası vardır çekemez, randevusu olan gidemez. Rutin durur, kaos başlar. Güvenli bölgeden evinin yıkıldığını duyar hayatı yıkılır. Bizim duyduğumuz ise malum bölgede bilmem kaç binanın kullanılamaz hale geldiğidir. Ölürler işte en fazla, yada bir ölünün kalanı olurlar…
Ekranlarda hemen haritalar açılır, sınırlar yeniden çizilir. Herkesin mutlaka bir yorumu vardır, biz bunları konuşuruz.
Büyük masalarda planlar yapılır, küçük masalar hedef alınır. Oysa yemek masasında oturup hiç kimse o gücü, o sınırları, o silahları istemez. Kimse savaşı istemez.
Bir de mülteci mizahı yapanlar görüyorum iğrenç. Utanmıyor musunuz mesela ertesi belirsiz insanlar üzerine mizah yapmaya. Neden, niye?
Dili, dini, ırkı, mezhebi, ten rengi ne olursa olsun. Kendi cinsine bu kadar nankör başka bir canlı yoktur insandan başka. İnsanı insan öldürür.
Biri tutmuş, biri kesmiş, biri pişirmiş, biri yemiş, biri de hani bana demiş. İşte savaş…

SÛRETLER
Bir adam tanıyorum iki kulağı bir burnu var. Aslında iyi biri ve biraz gaddar. Sesi gür ama kalbinde sadece kendi gür sesi yankılanan bir adam tanıyorum…
Bir kadın var, belli başlı replikler üzerine yaşadığı bir de hayatı. Sevilmiş mi bilmiyorum ama hiç merhamet edilmemiş belli. Sert bir kaya gibidir uzattığı elleri, tutamazsınız. Bakışları soğuktur mesela; Bakışları soğuk bir kadını sevemezsiniz…
Bir adam tanıyorum, tanımıyorum aslında. Karakteri dümdüz ortada kendine biçtiği rolün. Spotlar hep üstünde, aslında hep tedirgin. Ustalıkla icra ettiği her oyun sonunda seyirci memnun. Bu hep böyle olacak biliyorum ve sergiledigi her oyunu ilgiyle izliyorum…
Bir adam var, bir de kendi kalbini eze eze yürüdüğü yollar. Hiç durup soluklanmamış, bu yüzden bir kalbi yok. Omuz verilmemiş, yardım edilmemiş, kendi duvarlarının altında kalmış bir adamdan bahsediyorum. Çünkü o kendinden bahsetmeyi sevmez…
Bir çocuk henüz yirmilerinde. Kendinden büyük sözleriyle bana geldiği geçtiği yollardan fısıldıyor. Bir fısıltı çığlık gibi kanatır mı kulağını insanın. Bu çocuk; hiç olmamış ki çocuk…
Bir kadın. Bırakmış bazı şeylerin peşini çoktan. Üstüne giydiği gamsızlık yeleğinin cepleri kırk yama. Yüzüne netlediği bu gülümsemeyle kendine ne yapıyor böyle. Usta bir ip cambazı yapamaz onun yaptığını. Kim bu kadar üzdü bu kadını?

BAĞIMSIZ SAYIKLAMALAR
Bir ândadır aşk, öfkeyi bir ân getirir…
Her ânın izi vardır, bir çizik atar yüzüne. Zamanın içine saklanmış bir ân saplanır hayatının orta yerine. Zaman geçer gider de! Peki alnında mı çizgiler, gamzende mi çizgiler? Yüzün bana seni söyler.
Geldik gidiyoruz, meçhul bir gölgeyi taşıyor vücudumuz…
Bir ândan geçerken sen, sana eşlik eden vücudun. Hani ruhunu sırtlayıp dik tutan, direnen, yorgun vücudun. Sırtında taşıdığın ânlar vardır seni sen yapan. Etini kemiğini törpüler, seni şekillendirir. Bir yara, bir titreme, bir mimik bile seni ele verir. Vücudun bana seni söyler.
Gözlerin beni sana ulaştıran en kestirme yol…
Gözlerinin derinine kendin bile inmezsin. Aynaya baktığında gördüğün şey sen misin? Kaç perdenin arkasında, kim bilir neredesin? İnsan ne yabancı kendine, ne uzak. Gözlerin bana seni söyler.
Yürüdüğün yola çiçekler ekebilirsin, yada şöyle bir bakıp geçebilirsin…
Kesik ağlak bir nefesle başlamadı mı hayatın? Yol senin, yolcu sensin. Han senin, hancı sensin. Kendi hayatında sen her şeysin. Kâh çiçekler ektin, kâh ruhunu gömdün. Nefesin kesildiğinde senden ne kaldıysa sen O’sun. İzlerin bana seni söyler.

BÜYÜK DÜŞMELER USTASI
Bir an düşünsem. Yeşil gider mavi gider düşümden, kanadı erir kuşların düşer gökyüzünden. Boyası akar, kiri kalır elimde dünyanın. Üstü başı yırtılır sahtekar zamanın bir an düşünsem…
Dile gelsem mesela. Üstündeki kayayı kaldırıp atsam yeşerir mi çürük tohumum? Güneş yaraşır mı gün yüzü görmemiş duygularıma, sessizlik emaresi korkularıma? Yoksa yine, yeniden yıkılır mı dünya başıma bir dile gelsem…
Büyük düşdü, büyük düştüm, her şey gözümden düştü. Debdebeli bir süstü dünya; Aynası kırıldı ve sırrı elime düştü. Üstüne bastığım da sır, altında kaldığım da sır, benim payıma bu düştü…
Ne sandım, ne yanılgı, ne tuhaf bir yolculuk. Tutunduğum her parça sanki bana korkuluk. Hep en dibe, derine, sayısız kere düştüm. Yusuf değildim hazret çıkayım, düştüğüm kuyularda hiçtim…

MERHABA, BURDAYIM
Kahramanımız güneşli bir sabaha da uyanabilir, kuyunun dibinde de bulabilir kendisini, kalemi nereye sürüklerse.
Harika hissedip dolu dolu bir gün de yazabilir okuru kendine kitleyen; Yorgunsa bir önceki günü yada günleri tekrar da edebilir. Kalemi nasıl isterse.
Hikâyede bahçesine çiçekler de ekebilir rengarenk, vakitsiz deredebilir, bundan kime ne. O ekti, o derdi kısaca onun derdi.
Hergün yürüdüğü yolda bir gün düşebilir, düştüğü gibi kalkadabilir. Akla hayale gelmez yerlere gidebilir, kanatlanıp uçabilir. Onun hikayesinde o ne isterse o.
Bir yokmuşlu hikayemiz ne zaman biter, imzamızı attığımız bu kitap okuyucuda nasıl izler bırakır bilemiyorum. Ama bazılarımız hikâyemizi bağıra bağıra anlattık, roman falan da olmadı, onu çok iyi biliyorum…

AYNADAKİ FİLTRE
Çok fazla filtremiz var. Giderek içine kapanan tek tip, ruhsuz insan tipleri. O yüzden belki de en yakınlarımızın bile yüzüne bakıyoruz ama göremiyoruz. Görüyoruz ama dahil olamıyoruz.
Nasılsın deriz mesela. Hani şu cevabı hep iyiyim olan “İyiyim filtresi.” Artık ahvalini merak ettiğim dostlarıma üstüne basa basa “gerçekten de nasılsın” diyorum çünkü samimiyetimi ayrıştırmam lazım. Seni görüyorum, gerçekten de nasılsın?
“Madara olma” filtresi. Normal olarak algılananın dışında bir eylem hemen olumsuz bakışları üzerimize çeker. Sanki bir çizgi çekiyoruz hayatlarımıza ve o çizginin dışına çıkamıyoruz. Bu normali kim buldu? Bu normal; normal degil!
Bu filtrelerin her birinde ve daha fazlasında tükettiğimiz zamanları kimse bize geri vermeyecek. Belki söylediklerimiz yakmayacaktı canımızı söylemediklerimiz kadar. Belki yapmak istediklerimiz yanlış değildi. “Belki” ye hiç şans vermedik.
Oysa insan için sadece bir filtre yeter. O da “Allah ne der?”

BIRAKIN ÇOCUKLARINIZ ŞEKER TOPLASIN
Evet yarın bayram ve bayram üzerine bugünden yazıp çizmeye başladık değil mi?
Klasik idolumuz “nerede o eski bayramlar” duygusu oturduysa üzerinize, size güzel bir haberim var; Burada o eski bayramlar!
Bırakın çocuklarınız şeker toplasın. Çikolata veren, harçlık veren, el öptüren, evde olan/olmayan, kurban kesen/kesemeyen komşusunu tanısın.
Anıları şekillenirken biz tutarız çocuklarımızın elinden, anılarında elimiz olur. İleride hatırlayacakları bayramlar hem dolu dolu olmalı, hem de eğlenceli.
Ben ilk Kayseri yağlamasını Saziment yengelerde yedim, komşumuzdu. İlk dalından domatesi Halil amcanın bahçesinden yedim, ilk çıktığım ağaç komşumuzun ağacıydı. Hep özlemle, burnumda bir sızı ve yüzümde tebessümle hatırlarım o yılları.
Bugün olan ne varsa dün de oluyordu maalesef. Bugün çabuk duyuluyor ve hızla yayılıyor olan bu.. Zaten bırakın da demiyorum, iki adım geriden gitmek ona öncelik tanımaktır.
Ben de bir anneyim, hep tedirginim hep tetikteyim. Benim de korkularım var ama biliyorum ki benim çocuklarım arkamdan gelen nesil. Ve ileri de dönüp bu günleri hatırladıklarında yüzlerinde bir tebessüm olsun istiyorum. Bayram sevinci diye bir şey var arkadaşlar.

EZBERE GİDİLEN BİR YOL
Aceleye getirilmiş sıfır prodüksiyon bir hayat. Hızlıca içilen bir bardak suyun kalpte bıraktığı ağrı. Uyanmak kafa üstü yere çakılmak her sabah; Uyumak uyanmanın yarısı…
Bedenim bir kaya gibi oturmasaydı ruhumun üzerine, uçabilirdim belki de kuşlar gibi bende. Zaman evirip çevirip çöpe atmasaydı umutlarımı, kanat çırpardım derin maviye, kuşların asla düşmediği gökyüzüne…
Koyu toprağı sımsıkı avuçlayıp kokladım diye mi yenildim tek tek üstündekilere? O zaman sınanmasın toprağa olan sadakatim; Çağırırsa gidilir en nihayetinde.
Gözünün içine baktığım, üstüne oynadığım, üstüme oynayan ukala kader. Âmâ bir rüzgar eser ve bir anda yön değiştirir her şey…
